27 Ağustos 2014 Çarşamba

Herkes yaşadığını bilir, insan ektiğini biçer.


Saatlerce anlatın, karşınızdaki en yakınınız olsun…  Fark etmez…  Anlattıkça sadece rahatlarsınız.  Hissettiğin rahatlama ise sadece  “o anda” kalacaktır.

Hiçbir iç dökme girişimi yoktur ki, insanı olayın muhatabıyla karşı karşıya getirmediği sürece amacını bulsun.

O yüzden sevmem çok anlatmayı. Anlattığım kısım  hikayedir. Özünü saklarım kendime. Benim için “damdan düşenin halini damdan düşen”  de anlamaz. Çünkü her damdan düşen farklı çeker acısını. Şimdi bir bomba patlasa yanımızda, hepimiz ayrı tepki veririz. O zaman kimse bana  “anlıyorum” demesin.

O yüzden  “anlıyorum” demenin “baştansavıcılığı” yerine “inanıyorum” demenin sahiciliğini severim.

Bu arada “baştansavıcılığı” gibi düşük bir kelime için üzgünüm. Düşük kelime ne demek onu da bilmiyorum ama böyle kelimeler hayat kurtarır.

Konuya dönmem gerekirse çok güvendiğiniz bir arkadaşınıza, ailenize ya da tavsiyesine her zaman ihtiyaç duyduğunuz bir büyüğe  anlatın… Kafanızda kurduklarınızla kalbinizi acıtan şeyleri dillendirin elbet. İçinizde tutmayın haklısınız. Ama lütfen unutmayın; herkes kendi yaşadığını bilir. Herkesin hikayesi ayrıdır.

Hikayeler anlatmak içindir. Her yiğidin hikaye anlatışı farklıdır.

İnsanın hikayesindeki  ektiğiyle  biçtiği arasındaki dengedir önemli olan… Ki bu da yazının başlığının ikinci kısmına tekabül eder.

Bu aralar yapmamam gereken bir şey yapıyorum.  “Bunca yolu yürüdüm sonunda hiç mi güzel  bahçe yok”  diye soruyorum.
”Ben ki tünelin ucundaki ışığı bilirim. O tünelden  çıkmayı da…  Ama insanım ve nankörüm. Daha da isterim” diyorum…

Mükafat bekler gibiyim…

Ektiğimi artık ne kadar büyütmüşsem koskoca bir bahçe istiyorum demek ki.

Allah’ın sabrına hayranım! Dünyada benim gibi  milyonlarca “artık hakettimci” var diye düşünürsek… Hayranım…

Bir düşük kelime daha “hakettimci!” 


İlahi adalete inanın. Ne ekerseniz onu biçersiniz sonuna kadar inanın…

Ama bırakın da Allah ne derse o olsun.

Bırak be Gözde..



Not:

Anlatmak isterseniz her zaman buradayım.

İnanırım… Kalbimle inanırım…
Sevgiler,

7 Ağustos 2014 Perşembe

"Nereden geldi aklına?" deme... Bir bildiğim var elbet...


Bir şeyi çok istemekle bir şeyi gerçekten istemek aynı şey gibi görünse de aslında ve de işin “özünde” farklıdır.

Çok istemek kişiyi eyleme götürür. Sürekli bir çabalama içinde olursunuz.  Hırsa dönüşür, yarışa benzer. Biraz derin düşündünüz mü çok istemek içi boş temeli çürük bir olaydır aslında.

Gerçekten istemekse durdurur. Gerçekten istemek artık “Dua’ya” dönüşmüştür. Gerçekten isteyen insan hiçbir şey yapmaz. Yaptıkları yetmiş, çaba bitmiştir. Bundan sonrası tevekküldür. Olanı da olmayanı da kabul etmek...  Burada önemli bir nokta vardır ki kabullenmek ve de eylemleri bitirmek,  artık istememek anlamına da gelebilir.  İstediğinin daha manevi ve derin bir bağa dönüştüğünü ya da tamamen bittiğini idrak edebilecek olan da ancak olayın öznesi yani kişidir.

Tabii bu kabul etme meselesi oldukça üst bir seviye.  Çünkü her ne kadar dilinde  “kabullendim” olsa da, insan içten içe reddeder. Hala sorgular ve eylemlerine devam eder. Gizliden... Kabullenme zaman ister. Ve hatırı sayılır bir “erdem” . Bu erdemin sermayesi de sabırdır.

“Şimdi yine nerden çıktı bu felsefik yazı?” diye düşünebilirsiniz. Aslında gayet dünyevi bir mesele ile aklıma geldi bu konu. Fikrime düştü, kalbime indi. Şimdi de yazıya dönüşmekte.

 Bu hafta gitmeyi “çok” istediğim bir yer vardı ve gidemedim. Sonra her zamanki gibi söylenmeye başladım.

“Zaten ben bir şeyi çok istersem olmaz. Hatta çok istememe bile gerek yok bir parça istemem bile yeterli!”

Sonra durup düşündüm. Çok istediğim ve bir türlü olmamış, olmayan şeyleri listeledim kafada. 

“Çok istemek” ne demek?  Çok dediğimiz şey ne kadara tekabül ediyor mesela?  Kaç kilo? Kaç litre? Kaç para? Ne ölçüde acı çekmem gerekir, ne kadar ödün vermeliyim, ne kadar çalışmalıyım, ne kadar uğraşırsam yeterlidir ya da ne kadar ağlamalıyım çok istediğime kavuşmak için? 

“Çok” kime göre? Ne kadar?

Bir anda pek izafi pek şımarıkça geldi çok istemek. Arsızlık gibi. Elinden geleni yap ona bir sözüm yok da bir yerde durmak gerekiyor.

 

İşte,  durduğun nokta da senin gerçekliğin.

 

Dua’n.

Tevekkülün.

Sabrın.

 

Bazı şeyler akılla hatta kalple dahi izah edilemez.

Olmasını istersin olmaz.

 

Keşke olsa… O ayrı…

 

Bırak biraz…

Biraz dur…

 

Gerçekten istiyorsan ya olur ya olmaz.

Sen ikisini de kaldırabilecek güçte misin?

 

Belki de bu işlerin bu kadar uzamasında bir bildiği vardır.

 

“Gerçekten istemeyi” gerçekten bilmiyorum ama çok istediğin olmuyor bu hayatta genelleme yapmam gerekirse.Ben, bugüne kadar bunu hep kişisel bir şanssızlık olarak gördüm.Halbuki sorun “çok” diye direttiğimiz noktada.

 

Bir yazımda da demiştim. “Çok istemek kişinin imtihanı.”

 

Gerçekten istemekse mükafatıdır belki.

Kim bilir…

 

 

 

 

Not:

 

Bir şeyi çok istemek ve çabalamak yanlış demiyorum. Hatta en umutsuz vakalar da bile çabalama taraftarıyım.

Sadece çok istemeyi bir noktadan sonra şımarıkça buluyorum.

“Sen hayat boyu dur sonra istediklerin içi  dua et, gerçekleşecektir” demek değil bu yazının özü.

Umarım anlatabilmişimdir.

Bazen anlatmak zorlaşabiliyor.

İnsan kendisini bile anlamazken.

 

 

 

 

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

 

Sevgiler,

 

 

Gözde

 

 

 

 

 

 

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Teknik olarak herkes insandır.

Bakmak için göz, duymak için kulak,  konuşmak için koca bir ağız…
Kafasının içinde beyin, atıp duran  bir  kalp…
Tutmak için eller, yürümek için ayaklar, damarlarda akan kan…

Vardır…

Teknik olarak herkes insandır.


Görmek için göz, dinlemek için kulak, anlatmak için koca bir ağız…
Düşünmek için beyin, hisseden merhamet dolu  bir kalp…
Dokunmak için eller, ilerlemek için ayaklar, damarlarda akan kan…

Lazımdır…

Sorsan herkes insandır.


Evet evet…
Siz bile!


Sevgiler,

Gözde