31 Ocak 2014 Cuma

Gücünün farkında mısın?

Hiçbir yere ait hissetmemek zamanında cömertçe harcadığınız sevgi ve bağlılık duygunuzun insanlara, olaylara ve mekanlara olan gönül kırgınlığıdır.
Geçicidir… Hiç değilse öyle umuyorum.
Hafıza denilen illet insanoğlunun peşini bırakmaz. Bazı insanlar ,özellikle bazıları, hiçbir şeyi unutmaz. Unutmak zihnin oyunudur. Fakat tekrarlıyorum bazı insanlar bu oyuna da gelmez. Belki de gelmek istemez. Bir daha aynısını yaşamamak için. Bir yere ait olmamak için. Ya da hatırladıkça mutlu olacağı için. 
Maalesef sadece iyi şeyleri hatırlayıp kötüleri unutmak yetisi insana bahşedilmemiş. İnsana sadece “unutmayacaksın” denmiş!
İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlarBu aralar sosyal medyada çok sık rastladığım bir cümle var…
“İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.”
İşte asıl mesele de bu sanırım. Hissettiklerini unutmamak. Dün ne yediğini geçen ay hangi filme gittiğini en son okuduğun kitabın anafikrini ya da ilkokulda sıra arkadaşının kim olduğunu hatırlamakta değil mesele.  Yıllar önce bir insanın sana  hissettirdiğini yıllar sonra ,aynı şiddetle hissetmemek kaydı ile, hatırlamak! Aynı şiddetle hissediyorsanız tavsiyem bir doktora görünün. Ama asla unutmayın. Ne yapılan iyiliği ne yediğiniz kazığı asla unutmayın!
Ben bana yapılanı asla unutmam. Bana ister yirmi yıl önce bir iyilik yap ister dün...  Ben o iyilik için her zaman sana dua ederim. Karşılık vermek isterim. Nankörlüğü sevmem.
Ben bana yapılanı asla unutmam. Benim ister yirmi yıl önce canımı yak ister dün... Ben o kötülük için seni Allah’a havale ederim. Allah’ından bul isterim. Beddua etmeyi ve kin tutmayı sevmem.
Yani meselenin aslından da aslı şu ki unutmamak bizi nasıl bir insan yapar?
Nankör ve kinci mi? Vefalı ve tevekkül sahibi mi?
Al buyur önünde yine yollar... Seçim senin!
Gücünün farkında mısın?

Allah ah alanlardan değil dua alanlardan nasip etsin hepimizi.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Sevgi ile...

Gözde

29 Ocak 2014 Çarşamba

İş Hayatı.



Uyarı:
Dikkat!
Birazdan bahsedeceğim konu  özellikle sonlara doğru , vicdani öğeler taşımaktadır. Adı geçen kavramdan muaf olanların okuması tavsiye edilmez. Kurum adı verilmemiştir. Anlayan her şeyi anlamıştır.

İş hayatı.
En sevmediğim konu!
Kardeşim yok yani benim kodlarım iş hayatına uyumlu değil. Sorun erken kalkmak, tüm gün kapalı bir yerde deli gibi çalışmak, sosyal hayatını yaşayamamak , yönetici  kısmına katlanmak ya da sevimsiz iş arkadaşlarınla takılmak zorunda kalmak  falan değil.  Sorun benim kimseye müdana etmeyen tavrım. Sorun benim tutamadığım dilim. Ve sorun benim o efsanevi “dürüstlük” kavramım. Her şeyin doğrusunu söyle istersen karşındaki padişah olsun! Tabii bu “padişah” kelimesinin günümüz meali direktör.
Peki iş hayatı ne kadar dürüst ya da dürüst eleman isteniyor mu?
Ben düne kadar çok kötümserdim bu konularda. İnsanın bir kere canı yanmasın. Zaten iş hayatı denilen kuruma oldukça aykırı bir karakter olan bendeniz bir de beterin beteri ile yüz yüze gelince… Cümlenin sonu fena! Hatta ben bu paragrafı burada keseyim… Zaten beni bilen, tanıyan herkes 2,5 yıl ne kadar sıkıntı çektiğimi çok iyi bilir.
Çalışmak özellikle de bir bayan için çok önemli bir şey. Kendi paranı kazanma olayı paha biçilmez. Kariyer hadisesi ise olayın kaymağı sanırım ki hırslı ve başarılı insanlara çok yakışıyor. Hayata bakışınızdan duruşunuza kadar her şeye etken çalışma hayatı. Tabii ki çalışalım evde oturmayalım. Ama bu hayatın içinde sırf gemimizi yürütmek için kendimiz olmaktan çıkmayalım. Bilmiyorum bu çok mu zor? Kendin olmak! Tabii adamın içinde kaypak, yalaka, şahsiyetsiz tohumlar varsa o adama sözüm yok … Allah affetsin… Ama arada kalan arkadaşım sana sesleniyorum! Kendin ol! Senden istenilen işi en iyi şekilde yap, sun ve evine git. İnan bana karşındaki yönetici  profiline sahip adam sen ona yaltaklık yapsan da yapmasan da istediğini alacak. Üstelik sana bir haber daha vereyim, ister kişiliksiz bir maymuna dönüş ister dimdik ol her şartta O’nun gözünde aynı olacaksın. Kalıbından utan!
Biliyorum biraz ağır gittik. Ama inanın iş hayatında  koca koca adamları kendinden yaşça küçük adamların karşısında el pençe divan durmuş bir halde görünce ben utanıyorum. Saygılı olmakla kişiliksiz olmak arasında bu kadar uçurum varken insanlar bu iki kavramı nasıl karıştırıyor onu da anlamıyorum. Sadece saygılı ol olay bu!  Formül yok ipucu yok. Denemesi  bedava üstelik zahmetsiz! Sadece saygılı ol, kendin ol!
Başta sorduğum sorunun cevabına gelince…  İş hayatı sadece senin emeğini ister, dürüstlük seçeneğini tercih etmek senin sütüne kalmış!

Gerçekten çok saygın kurumlar var. Güzel paralar kazanıyor, ekonomimize katkıda bulunuyor en önemlisi de  insanları istihdam ediyorlar. Allah razı olsun. Ama bence asıl önemli olan müşteri memnuniyetini önde tutmak ya da yaptığın ciro olmamalı. Ben çalışanlarına huzuru sağlamamış firmanın ne müşterisi  ne de çalışanı olmak isterim.  Sen önce çalışanını düşün,  verimli olmaları için gerekli ortamı sağla sonrası zaten gelir. Bu arada bahsettiğim gerekliliklerin  sadece maddi şeyler olduğunu düşünmediğinizi umut ediyorum…!
Kul hakkı yemek, ah almak, insanların üstünden paralar kazanmak… Çok kolay… Önemli olan dua almak.

Allah herkese merhametli iş  verenler, iyi kalpli yöneticiler ve uyumlu çalışma arkadaşları nasip etsin.
Çok çalışıp yükselmek isteyenlere hayatta başarılar.
Ben mi?
Bana huzurumu verin tüm yetkiler sizin olsunJ
Allah’a çok şükür böyle kurumlar da var(mış)!

Haydi hepinize hayırlı işlerJ

Gözde

28 Ocak 2014 Salı

Değişmeyen şeyler ve kaderi zorlama üzerine...


“Değişmeyen tek şey değişim” derler ya. İşte o koca bir yalan!

 Bu hayatta insanın kendisi de dahil her şey değişir evet!

Eyvallah… 

Fakat!

 Asla değişmeyecek şeyler vardır.

Kaderci yaklaşım!

Bu kadercilik meselesi fena. İnsanı bir buhrandan diğerine  götürebilir ya da daha beteri  olduğu yere gömer!  “Kader böyleymiş elden gelen bu”  der insan işin içinden sıyrılır. Fakat gel gelelim bir de “kader diyemezsin sen kendin ettin”  tribi vardır ki işte tam da bu noktada işler karışır.

Realist yaklaşım!

Peki şimdi ne yapacağız? Kadere boyun eğmek olmaz, e her haltın suçlusu da biz olamayız. Demek ki bizim için ,elimizdeki malzemeyi, değişebilecek ve hep aynı kalacak başlıkları altında ikiye ayırmamız hakkımızda en hayırlısı. Elime bir kağıt alıp uzun uzun liste yapacak değilim.  Açıkçası hiç de uğraşamam. Bir kere 2014 felsefeme aykırı! Ama geniş bir özet geçmem gerekirse başta duygularım olmak üzere, fikirlerim, zevklerim ya da her neyse edebiyata gerek yok kısaca ben değişebilirim. Bir sabah uyanırım ve bir de bakmışım eski Gözde’den eser bile yok…!

Hayatımın bu bölümünde çok yoğun hissettiğim bir şey bu. Otuz yaşın bana verdiği bir armağan. Armağan diyorum çünkü değişen özelliklerim eski yüklerim…

Neyse benim eksenime kayan konumuzu eski rayına sokmam gerekirse kişinin kendisi zaten değişimdir. Dünya üzerinde hiçbir insan yoktur ki değişmesin. Bu tespit bizi her şeyin değişebileceği yalanına sürükler. İnsanların kafa karışıklığı da burada başlar. Sen ne kadar değişirsen değiş, hatta öyle ki eski seni tanımayacak duruma gel, hayatında değiştiremeyeceğin gerçekler ve hiç değişmeyecek bir alın yazın olacak.

Karışık geldi tabii… Valla ben de pek anlamadım. Gelin birlikte çözelim.

Şansını değiştiremezsin. Kendini yırt paramparça et. Vur kır parçala istediğin atraksiyon serbest. Şansın değişmez. Ya çoktur ya azdır ya orta karardır ya hiç yoktur. Ama hep aynı miktardadır dikkat et…! Şansını değiştiremezsin…

Aileni değiştiremezsin. Bu kısım için Allah’a şükredenlerden olun inşallah, ben öyleyim.

Bazı olayları değiştiremezsin. Bazı insanların sana karşı olan duruşlarını da değiştiremezsin. Bunun  kadercilikle ilgisi yoktur. Sadece senle ilgili senin dışında gelişen şeyler vardır. Kadercilik boyun eğmektir.  Bununla ilgili vurucu bir örnek vermem gerekirse kimseye  zorla kendini sevdiremezsin ya da daha vurucusunu isterseniz  ,istisnalara saygı duymak kaydıyla, çok istediğin bir şeye sahip olamazsın.  Çok istemek kişinin sınavıdır çünkü sonunda hüsran vardır.

Gerçekleri değiştiremezsin. Ki en sevdiğim kısım da bu… İşine gelsin ya da gelmesin gerçekler hep oradadır.

Karakterinin temellerini oluşturan özü  asla ama asla değiştiremezsin. Karakterin değişebilir ama özün asla! En büyük kazıkları yemene sebep olsa bile iyi niyetin senin bir uzvundur. Kesip atamazsın.

 

Değişimi, kişiye  her şeyin değişebileceğini düşünme hakkı vermeyeceği gibi , değiştiremediği şeyler de kadercilik edebiyatı yapma hakkı vermez. Değişen şeyler ve hep aynı kalacaklar ayrımını beynimizde halledip kalbimize kabul ettirmemiz gerekir. Kadercilik kolaya kaçmak daha da beteri suçu Allah’a atmaktır. Aldığımız nefesin sayısı bile belliyken kaderi inkar etmek korkunç olur fakat yaşadığın hayatı ancak senin seçimlerin belirler. Kitapta da yazdığı gibi Allah sana yolları sunar. Seçme işi sana kalmış!

Değiştiremeyeceğin şeyleri düşünme. Kaderini zorlama. Hiçbir şeyi zorlama. Zorlamak kişinin imtihanıdır çünkü sonu hayal kırıklığıyla biter.

 

Sıfatlandıramadığım Not:

1 sene önce hayatım çok güzeldi, altı ay önce ise bir enkaz…  Bugün ise “güzel” ve “enkaz” sözcüklerinin sözlük anlamlarını bilmediğimi yeni fark ediyorum. Çünkü değişiyorum fakat değiştim diye değiştiremeyeceklerime küsmüyorum. Kaderimi seviyorum. Şansımla iyi geçinmeye çalışıyorum.

 

Kaderinizi zorlamak yerine sadece sevin… O ne yapacağını biliyor.

Lakin…

Oyunda siz de varsınız…!

 

Ben yeni bir hayat kurma çabasındayım. Bu uzun zaman aldı. Tek başına yapmak imkansızmış…  Beni seven insanlar varmış.

Minnettarım…!

Allah hepimize güzel kaderler yazmış olsun inşallah.

 

Sevgiler,

Gözde

 

 

 

 

 

 

 

 

25 Ocak 2014 Cumartesi

Annem efsanedir. Bilen bilir.


Benim hayatım 29 Ocak 2004 öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılır… Bir gün öncesine kadar küçük bir kız çocuğu olan bendenizin, o günden sonra,  hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmadı.   11 saat boyunca annesinin ameliyattan çıkmasını bekleyen o küçük kızı üç haftanın sonunda o hastanenin koridorlarında bıraktım…

Duygu sömürüsünden oldum olası nefret etmişimdir. Ama hayatımın bu bölümüne bir isim vermem gerekirse sanırım tam anlamıyla “trajedi” kelimesini  seçerdim. Benim  kişisel trajedim…! 

O güne kadar ne bir sorumluluk aldığımı hatırlarım ne de annemin yemek yapmadığı bir akşam sofrasını…  Katıla katıla ağlamanın nasıl bir şey  olduğunu o hastanenin yoğun bakım servisinde öğrendim. Çaresizlikle,  annemi ameliyattan çıktıktan sonra gördüğüm ilk anda tanıştım. Birine minnet borcu duyduğumu hiç hatırlamam… Annemin hayatını kurtaran doktoru  ameliyatın nasıl geçtiğini anlatırken dinlediğimde hissettiğim tam da buydu! Minnet! Çünkü o an çok inanmıştım annemin iyileşeceğine… Annemin bir daha eskisi gibi olamayacağını düşünen “tanıdıklarımız” a rağmen çok inanmıştım ve o doktor ( ki kendisi tıp literatürüne geçmiş Prof. Dr. Azmi Hamzaoğlu’dur) ,benim için,minnet duygusu denilen makamın en üst seviyesindeydi artık.

 

Artık küçük bir kız çocuğu değildim ve “hayatın gerçeği” denilen o karın ağrısı gelip beni de bulmuştu.

Artık küçük bir kız çocuğu değildim ve  annem sadece yatıyordu.

 

Altı ay boyunca yattı. Bir gün bile şikayet etmedi. Çünkü annem şikayet etmeyi bilmezdi. Doğarken nasıl kodlandıysa artık şikayet mekanizması çalışmıyordu. Hiç isyan etmedi ,her zaman iyi düşündü ve iyi olacağım dedi. Ve iyi oldu… Hem de bir daha eskisi gibi olamayacağını düşünen “tanıdıklarımız” a rağmen!

Üç hafta boyunca o hastaneden çıkmadım. Birkaç kere eve gitmek zorunda kalmışlığım dışında annemin başında bir asker gibi durdum.

Üç hafta sonra taburcu olduk. Ve ben şükretmeye tam olarak o  gün başladım.

Çünkü annem artık evimizdeydi.

Daha önce toz bezini elime bile almışlığım yoktu. Altı ay annemle kader arkadaşı olduk ve ben artık o altı ayın sonunda daha da büyümüştüm.

Herkesin annesi özeldir, melektir ve en sevilendir. Benim için de geçerli bunlar. Ama bende öyle bir anne var ki isminin geçtiği ortamda bir şey olur.  Anlatılmaz… Bilen bilir.

 Pazarcısını değiştirmez, kasabını asla bırakmaz, kuaförüne sadıktır, ona bir şekilde hizmet eden insanların anacığıdır… Boyacısından tutun su tesisatçısına haftada bir gelen Sunay Abladan tutun Apartmanın ve semtimizin muhtarı Satılmış abiye kadar herkesin… “Helal et abla” hepsinin son sözü olur… Yolda gördüğüne selam verir.  Teknoloji  ile arası iyidir, koyu bir Atatürkçü sıkı bir okur yazardır.  Ben şahsen, bilmediği bir konuya, söyleyip de yapamadığı bir işe, uyarıp da haklı çıkmadığı bir meseleye  ve içine doğup da yanıldığı bir olaya şahit olmadım. İyimserliğin kitabını yazabilir, çok güzel motive eder ve hep güzel olan her şeyi dillendirir. Çünkü içinde kıskançlık, kompleks ve içten pazarlık gibi kokuşmuş insani zaafları barındırmaz. Yalanı sevmez yalancıyı hiç sevmez. Çocukla çocuk adamla adam insanla insandır fakat…! Eğer ciddi anlamda kaşınıyorsanız hiç tavsiye etmem çok pis rencide eder, tersi pistir!  

Annem efsanedir! Bilen bilir.

 

Allah’ıma çok şükür bugün annem her işimize koşar, arabasını kullanır, yüzer, pazarına gider, misafirini aslanlar gibi ağırlar, alışverişini yapar, evimizi mis, üstümüzü başımızı tertemiz eder. Karnımızı doyurur Üstüne yemek yapan varsa gelsin buyursun.

 Annemin yemekleri efsanedir. Bilen bilir.

 

Allah başımızdan eksik etmesin. Annemin olmadığı bir ev benim için sadece oteldir. Yıllardır tek anlamadığım böyle bir kadından benim gibi bir manyak nasıl oldu.

 

Annemle benim aramdaki ilişki efsanedir! Bilen bilir.

 

Biraz eski Gözde tarzı not:

 

O kötü günlerde  ablam ve ben anneme yettik. Ablam dışta ben içte birer asker gibi savaştık.

Ablamla benim ortaklığım efsanedir!  Bilen bilir.

 

Eğitici Not:

Her 29 Ocak annemin ikinci doğum günü olarak ,bendenizin önderliğinde, kutlanır. Bu sene on yaşındayız!

29 Ocaklar bizim evde efsanedir! Bilen bilir.

 

Biliyorum bunu okuyan bir çok kişi duygulanacak ama ben hayatımın tümünü bu duygularla geçirdim ve son on yıldır her gün daha da büyüdüm. Bu yazı tanıdığım tüm güzel annelere gitsin. Haklarınız helal edin efendim.

Tavşanım sen helal et etmesine de ben senin hakkını iki dünyada da ödeyemem.

Bilen bilir.

 

Sevgiler,

 

Gözde

19 Ocak 2014 Pazar

Delirmek Bir Lükstür.


İnsanlar deliliklerini güçlerinden, güçlerini haklılıklarından alır. 

Doğuştan değil de sonradan delirenlere bir bakın. Hepsinin hayatla bir derdi olmuştur. Bu kadar çirkinliği kaldıramamışlardır. Hassas insanlar delirir, manda gibi geniş yüreği olan adamın umuru olmaz bu dünyanın düzeni (bu manda yürek kalıbı var mı bilemedim şimdi uydurdum).

Her neyse konumuza dönmek gerekirse efendim delilik bir sanat delirme sınırında gelip giden kişi ise bir sanatçıdır.

Çok mu anlam yükledim?  O zaman izleyelim…

 

 Çok önemli bir toplantıdasınız. Acayip bunaldınız. Ama öyle böyle değil. Konuşulanları teknik olarak duyuyorsunuz ama kesinlikle konuyla alakanız yok. Ağzınızdan birkaç yıkık dökük kelime çıkıyor ama siz de ne anlama geldiklerini bilmiyorsunuz…! Hele insanlara bakışınız onlarda gördükleriniz… Hepsi kelli felli beyler  şık bayanlar evet ama ah o kafatasının içindeki beyniniz… Hepsini size ucube canavar karışımı fantastik bir kahraman olarak göstermez mi? Terliyorsunuz, bağırmak istiyorsunuz, hatta her an küfredip olay yerini terk edebilirsiniz. Ama yok zaman yavaş yavaş ilerliyor ve siz hala o lanet odadasınız!

Berbat di mi? Ama daha bitmedi.

Yemek arası… Yarım saat mola! Şimdi önünüzde iki yol var… Ya o yarım saati kafanızı toplamak için son derece verimli geçireceksiniz ya da tüm kalbinizle delirip olay yerini terk edeceksiniz. (Bu arada kalbinizle  delirmek nasıl olur tam bilemedim ama az önce beyniniz toplantı odasında yapacağını yaptı bırakın da delirme işlemini zavallı hassas kalp yapsın diye düşündüm sanırım)

Delirme sınırı!

Hemen dışarı çıkıyorsunuz ve gördüğünüz ilk taksiye binip ışık hızıyla o cehennemden  uzaklaşıyorsunuz. Taksi şoförü bir şeyler diyor ama beyin mola verdi duymak imkansız!  Halbuki hassas insansın kalp kulağı da yeter adamı duymaya ama kalp meşgul. Delirmekle meşgul. E biz bu adam bize ne diyor nasıl duyacağız?  Neyse efendim o sırada altıncı his sen gir devreye. Adamı duy… Meğersem nereye gideceğini soruyormuş zavallım. Tecrübesi de yok ki hayatında ilk defa sanatçı görüyor garibim. Her neyse bu hikayede üzülmemiz gereken kişi şoför değil.

“Siz dümdüz ilerleyin ben size söyleyeceğim”

Sonunda iki çift laf çıktı ağzınızdan buna da şükür. Araba ilerliyor ilerlemesine ama o tekerler her döndüğünde algılar biraz daha iyileşiyor.

Delirme sınırının “delirmemen gerek uyarısı!”

Yahu sorumluluklarınız var… Size güvenen insanlar sizi düşünen insanlar… Çektiniz gittiniz iyi de bu hayatı tek mi yaşıyorsunuz? Kime ne açıklama yapacaksınız? Kafayı toplamaya şimdiden başladınız ,bir saate o algılar tümüyle açıldığında kime neyi anlatacaksınız? Vicdan yahu merhamet rica ederim sen delireceksin diye bir sürü insan zor durumda mı kalır???

“Şoför Bey beni aldığınız yere geri dönelim lütfen” meali “şu an delirmek için uygun bir zaman değil”

Ah o vicdan! Yine mi sen… Yahu artık deliriyorum konunun senle ne alakası var. Hele o sorumluluk sen nerden çıktın. Allah aşkına deli gömleği giymiş sorumluluk mu olur?

Yok yok delilik bir sanat…. AMA DELİRMEK BİR LÜKS!

 

Yukarıda da izlediğiniz gibi sanatçımız delirmemeyi uygun görmüştür. Bu sanatı icra eden herkes genelde sınırın“delirmeme” yakasında yaşar. Çünkü aslında olay delilikte değil haklılıkta, canı yanmışlıkta, adalet duygusunda ve vicdandadır. Fazla sevgidir olay ve oldukça duyarlılıktır.

 

Sınırı aşıp artık geri dönülmeyecek noktalara gelenler için üzgünüm. Bu hayatın onları bu kadar yorabilmiş olmaları korkunç…

Sanatçılara gelince… Maalesef bu devran böyle gider. Döner mi orasını altıncı his bile bilemez!

 

Allah hepimizin aklına mukayyet olsun güzel insanlar… Okuyan gözlerinize beğenen ruhunuza sağlık…

 

İyi ki varsınız…

 

Kamu Spotu Tadında Not

Siz siz olun bir deliden değil bir manda yürekten korkun…

 


Sevgiler,

 

 Gözde

16 Ocak 2014 Perşembe

Hayat Kurmak Üzerine Çok Kısa...


Zirveye çıkmakla dibe vurmak aynıdır. Çünkü her ikisinde de aynı şiddetle tam tersi duruma dönüverirsiniz.

Helal etmekle ah etmek aynıdır. Çünkü her ikisini de aynı şiddetle aynı kişiye layık görürsünüz.

Sevmekle nefret etmek aynıdır. Çünkü her ikisini de aynı şiddetle kalbinizde hissedersiniz.

Hayat kurmakla hayatının altını üstüne getirmek aynıdır. Çünkü her ikisini de aynı şiddetle gerçekleştirebilecek yegane kişisinizdir.

 

 

Güçlü olmak o kadar da zor değil?

Yeter ki bir düşün.

Hangi yolu seçeceksin?

 

 

Duygusal Not

Bu kısacık yazı hayatını kurmaya çalışanlara gelsin.

Yeni hayatınıza sadece iyileri dahil edin yoksa hayat boyu hayal kırıklıklarınızı toplamakla uğraşacaksınız.

Sevgiler…

 

 

Gözde

15 Ocak 2014 Çarşamba

Hasetin doğurduğu kompleks ve insanoğlunun ağır yükü...


Kimse eşit şartlarda doğmaz. Doğuştan sahip olduklarımız ve sonradan elde ettiklerimiz adaletli dağıtılmamış olabilir. Çok fakir olabiliriz ya da çok zengin. Çok güzel bir ailede büyümüş olabiliriz ya da parçalanmış bir ailede.  Kimisi parmağının ucunu bile oynatmaz karşısına çıkan fırsatlar için. Bazısı da yıllarca çabalar, didinir de ufacık bir şans kırıntısına muhtaç yaşar.  Güzellik de her ne kadar izafi bir kavram olsa da eşit dağıtılmamış olabilir. İnsan kendinde olmayana özenir. Belki imrenir. Hatta kıskanır. En kötüsü de haset eder.

İnsanoğlu işte tam da bu noktada  çok ağır bir yükü sepetine yükler. Kompleks! Ne ağır bir yüktür kim bilir…  Bence en masumumuza bile en şeytani eylemleri yaptırabilecek bir illettir bu yük.  Sende olmayan ne varsa görmek ve sende asla olamayacakları istemek. Sende olmadıklarını her an düşünerek hareket etmek. Her sözünde bunun ezikliğini yaşamak, her davranışında sanki olmayan şeylerden acısını çıkartırcasına hoyratlaşmak. Sonuna  kadar acımasız dibine kadar haset…

Sonuç mu?

Valla bence ne edersen kendine edersin. Çünkü hangi kötülüğü neden yaptığını sadece sen bilirsin. Neyin acısını çıkartırsan çıkart sonunda asla sahip olamayacaklarınla yüzleşmek zorunda kalacaksın. Daha yıpranmış bir ruh da bonusun olacak.

Kompleks ne ağır bir yüktür kim bilir? Hem de asla sahip olamayacağın şeylerin listesi gözünün önünden geçerken. Bir şeylerin üstünü kaparcasına kendin gibi davranamamak, karşındakine hasetinden  gözünün körleşmesi ve verdiğin zararlar. En  çok da kendine.

Halbuki ne yaparsan yap gerçek hep ordadır.

Sahip oldukların ve olmadıkların.

Senden daha kötü durumda olanlar ve senden daha üstünler.

Peki sen hangisini göreceksin?

 

Kendinizi sahip olmadıklarınız için yıpratmak yerine, elinizdekilerle mutlu olmaya çalışmak daha akıllıca.

 
 
Tavsiye içerikli not: Mabel Matiz- Sultan Süleyman

Çok güzel söylemiş be!

Dinleyiverin…

 

 

 

 

 

 

13 Ocak 2014 Pazartesi

Herkesin sığınacağı bir"anane evi" olmalı...


Herkesin sığınacağı bir “anane evi" olmalı...

Küçükken bir heybem vardı. Bir gün kafam atmış… Yaş dört bilemedin beş…  Temiz çamaşırları doldur sen içine, ağlaya ağlaya evi terk et!  Zavallı ablam da  beni tutamamış.  Evde yalnız! Ben ananeme gidecek otobüse binmek üzere  durağa   yürüyorum… Ağladığımı hatırlıyorum... 112! Otobüsün numarası belli! Gerisi şoför amcaya emanet diye düşündüm herhalde…  Ablam yan evde oturan komşularımıza haber vermiş…  Arkamda bir el hissettim…  Bir dilim pastaya tav olmuş şekilde ananeme kaçma planımı bir saat kadar erteledim. Ardından annem geldi, komşularımıza çok teşekkür etti. Tüm bu olanlar sırasında ben hala pasta yemeye devam ediyordum.

Ogün ananeme gidemedim.

Bu bizim evde periyodik olarak hatırlanan ve yüzlerde gülümsemeye yol açan bir anıdır. Komiktir komik olmasına ama benim için derin anlam taşır. Bu yaşımda bile ne zaman kafam atsa ananeme gitme fikri doğar. Doğduğu anda da ölür çünkü artık çok geçtir. Ananem gideli çok yıl oldu… Dedeciğim gideli daha çok… Ben o evi, o sevgiyi küçükken tadabildim sadece. Dedem beni çok severdi. Annem anlatır, bana “sarı papatyam” deyişini. Zaten bu isim O’ndan anneme miras kalmıştır, annemin telefonunda bile ismim yazmaz. Ben sobanın ısıttığı odayı çok iyi bilirim, o odanın dışına çıktığınızda yüzünüze vuran soğuk havayı. O sobanın üstüne konan çaydanlığı ve onda kızaran ekmeklerin lezzetini… Kıymalı böreği, kızarmış hamuru,kuşlara attığım ekmekleri ve elleri simsiyah yapan kara ay çekirdeğini hiç unutmam. Şimdiki çocuklar bilmez bizim zamanımızda o kara çekirdekler vardı. Annem asla eve sokmazdı  o çekirdekleri… Ben de ananeme her gidişimde köşedeki kuru yemişçiden alırdım. Ananem hiç kızmazdı… Ananem hiçbir şeye kızmazdı. Son ana kadar hep sakin… sessiz…  O berbat hastalığı bile tertemiz geçirdi, beyninde hayatına dair en ufak hatıra bile kalmamıştı belki ama hep asildi. Son ana kadar tertemizdi, melek gibi yaşadı melek oldu gitti. Dedemin yanına gitti… Odamda fotografları baş köşede…  Arada göz göze geliriz… “Gördünüz mü başıma geleni”  bazense “Bugün dua gerek” derim… Bana bakar dururlar. Gülen gözlerle sevgi dolu…  Başıma iyi bir şey geldiği zaman önce Allah a şükreder sonra gökyüzüne bakar ananeme teşekkür ederim. Çünkü kendi evlatlarını bile tanımazken  beni hiç unutmadı… Belki O’nun için O’na bakan komşunun kızıydım ama hep dua etti bana…. Son ana kadar  hep dua etti… Ananem  tuvalete gideceği zaman sadece benim gözümün içine bakardı. Çünkü ananem en çok bana güvenirdi.  Çünkü beyni çoktan O’na ihanet etmişti ama  utanma duygusu sapasağlam duruyordu.  Tuvalete tek başına  gidememeyi kendine yediremezdi. Tertemizdi son ana kadar. Tertemiz de gitti…

Bunları “vay be ne torunlar var” nidaları duymak için anlatmadım hiç bir zaman. Çünkü benim için bir insanın belli bir dönem de olsa ananesine bakması bir erdem değil bir borçtur. Bunları anlattım çünkü ben 20’li yaşlarımın başını bu şekilde yaşadım. Ve her zaman benimle aynı yaşta olanların ananeleriyle dedeleriyle olan ilişkilerini kıskandım…. “Bugün ananemle alışverişe çıktık” “Yarın gece ananemde kalacağım” ya da “Ananem de bizimle tatile geliyor” diyemediğim için anlattım.Çünkü benim ananeme dair anılarım hiç büyüyemedi.. Hep o heybesini alıp evi terk eden çocuk yaşında kaldı… Ve ben bu yaşımda bile o evi arıyorum… Ah diyorum… Keşke… Keşke şu an sığınacağım o ev orada olsa… Kapıyı bana ananem açsa… 

Herkesin sığınacağı bir “anane evi" olmalı… Sobası olan… Tertemiz…

Gözde

8 Ocak 2014 Çarşamba

Beş Yıldızlı Cehennem!


“Çürümüş, kokuşmuş , O’na hiçbir fayda sağlamayacak tam tersine zararlı, pis ve de çok kötü, uğursuz, sinsi, tüm “karakterli” duruşlardan  muaf, iğrenç, merhametsiz , korkutucu üstelik tiksinç hatta bencil, menfaatleri uğruna her şeyi yapabilecek, renksiz, cibiliyetsiz, kifayetsiz, cesaretsiz, adaletsiz, saygısız, terbiyesiz, kıskanç, fesat en çok ta sevgisiz tüm oyuncuları rollerinin önemine bakmadan tek tek oyundan çıkarttı.

Önce derin bir nefes aldı. Artık ipler tamamen elindeydi. Oyunda sadece iyiler kalmıştı.

Yoluna devam etti…”

 

 

 Bu çok sevdiğim bir hikayedir. Yazarı önemli değil. Okuldayken edebiyat sınavlarında da en fiyakalı sorudur ya ana fikir! Ben de artık olayların sadece ana fikrine bakmaktayım. Öncesinin   faydasızlığını  ve sonrasının önemsizliğini bir kere fark ettiysen ana fikri esas alırsın.  

Her insanın bir sınırı vardır. Kimisi bir derviş misali sabır yollarında ağır ağır ilerler. Bazısı tez canlıdır. Tahammül göstermek zorunda da hissetmez. İster sabır abidesi ister kalenderlerin lideri olsun herkesin bir sınırı vardır. O yüzden insanları denemek ya da onlarla oynamak ve ya hayatlarını cehenneme çevirmek hakkını kendinde gören insan görünümlü canavarlar bilmezler ki asıl denenen, oynanan hatta cehennemde olan ta kendileridir. Şu an değil belki ama ilerde hayat O’na kendi karakter özellikleriyle birebir örtüşecek bir cevap hazırlamıştır. Vakti geldiğinde bedel ödeyecek ve en vurucusu da tüm bunları hak edecek ne yaptığını sadece kendi bilecektir! Yaşattığı cehennem aslında ilerde kendisi için hazırlanmış bir sığınak olacaktır ve daha da vurucusu cehennemi yaşattığı kişi o sırada cennette olacağından ödediği bedeli tek başına yaşamak  lüksüne” sahip olacaktır. Beş yıldızlı cehennem!

Cennet de bu dünyada cehennem de.

Herkes kendi cehennemini hazırlar.

Çok mu karışık geldi? Ağır şeyler böyledir  be canım!

 
Önce derin bir nefes aldı. Artık ipler tamamen elindeydi. Oyunda sadece iyiler kalmıştı.

Yoluna devam etti…”

 

Sevgi ve merhamet çok kolay hissedilen duygulardır, çok kolay görünen şeyleri çok büyük işlerin “insanları”  bilmez.

Yolunuza hep size faydası dokunacak ve sizin sadece iyiliğinizi düşünen insanlarla devam etmeniz dileğiyle…

 

Gözde

5 Ocak 2014 Pazar

Sevmek üzerine kısa bir yazı...



Bence sevmek sevdiğin insanı her şeye rağmen terk etmemektir. Bırakıp giden de sevmemiştir, gitmesine izin veren de. Sevginin istinası yoktur. Sevginin azı çoğu da yoktur. Sevgi ya vardır ya yoktur. Ve herkesi sevebilirsin. Dünya üzerinde hiçbir yazılı ya da yazısız kural yoktur ki sevginin sınırlarını belirlesin.

Bununla birlikte sevgi vicdanidir. Vicdan kırıntılarıyla yaşamaya çalışanlara tavsiyem hiç bulaşmasınlar bu duyguya. Ya da vazgeçtim bu “robotlar” hiçbir şeye bulaşmasınlar!  Neyse konumuza dönmek gerekirse merhamet duygusundan terk sevgi olmaz. Onun adı başka bir şeydir.  

Sevgi temizdir. Sevmek güzeldir. Seven insan iyidir. Tüm bunlar geyiktir asıl konu yürektedir. Ne kadar ileri gidebilirsin ya da neleri göze alırsın. Ne kadar sevebilirsin?

Seven insan sevdiğini bırakmaz.
Sevmek güzeldir ama ağlamak daha güzeldir. O yüzden bırakın bu işi yapabilenlere.
Keşke  bir  sertifika programı olsa bu işin, öyle elini kolunu sallayan “seviyorum ulan”  naraları atmasa!

 

Sonra ne mi oluyor? Bir sürü kızgın ve kırgın kalp.

 

Hiç bulaşma arkadaşım beceremeyeceğin işlere. Belli ki   kalp  dediğin sende sadece bir et parçası…

 

Sevdiğiniz insanların merhametli olanlarından dilerim…

 
 
Not
Mehmet Erdem-Acıyı Sevmek Olur Mu?
Dinleyin bir ara…

Gözde

 

 

3 Ocak 2014 Cuma

"Ol "der... Ve olur...


Ol der. Ve olur…

“Onun işi, bir şeyi (yaratmak) isteyince, ona sadece ‘Ol!’ demektir, o da hemen oluverir.”  Yasin-82

Kur’an-ı Kerim  özünde sabrı ve şükrü öğütler. En büyük günah kul hakkı, inkar edenlerse en şiddetli azabı tadacak kimselerdir. Adalet esastır bizim dinimizde ve Allah O’nu ananlarla beraberdir. Yaratan bizi nasıl bir çamurdan şekillendirmişse tekrar dönüşümüz yine  O’nadır. Yaşadığımız hayat bir rüyadan ibarettir  ve değersizdir.  Ahiret  inancına göre esas hayat kıyamet gününden sonra başlar. Bu geçici rüyada yaptıklarımızın karşılığını o hayatta alırız. Cennette veya cehennemde…!

Benim haddime değil tabii kitabı yorumlamak, hatta bu konuda konuşmak. Sadece inanan biri olmaya çalışıyorum ve elimden geldiğince dinimi öğrenmeye niyetliyim diyebiliriz benim için. Bu öyle bir şey ki yaşınız, bilginiz ya da tecrübeniz ne olursa olsun her zaman yeni bir şey öğrenebilirsiniz. Hiç kimse tam olarak ben Allah’ın istediği ve anlatmaya çalıştığı şeylere nail oldum diyemez. Sadece umut edebiliriz… İyi bir kul olduğumuzu umut edebiliriz…

Ne zaman içim daralsa Kur’an okurum.  Gün içinde bu tip maneviyatlardan uzaklaşabiliyoruz. Başımıza gelen en ufak şeyde isyan ediyoruz ya da “kendimizce” büyük başarılarımızda kibre düşebiliyoruz.  Ama gece oldu mu hepimiz o yastığa başımızı koyuyoruz. Muhasebe başlıyor. İşte ben tam da bu noktada kendimle ilgili bir şeylerin ters gittiğini düşünürsem  ,bir sayfada olsa ,Kur’an okurum.  Ne yaptığımı  ve ne yapacağımı değil ne yapmam gerektiğini anlamak için. Sabretmek için...  Tevekkül için...  - ki kesinlikle bu konu da ayrı bir yazı olur.

Acı izafi bir kavramdır. Bazı insanlara  çok ufak bir darbe bile ölüm acısı gibi hissettirir. Kalabalık bir ortam düşünün. Bir deprem olsa o kalabalıktaki her birey ayrı tepki verir. Acı, sıkıntı ve hayatımızdaki olumsuzluklara verdiğimiz tepkiler de aynı bu şekilde ortaya çıkar. İzafi… Burada önemli olan hissettiklerimizin şiddeti değil bununla nasıl baş edeceğimizdir. Ben her türlü derde, acıya ya da sıkıntıya saygı duyarım. Derdin büyüğü küçüğü çok önemli değildir eğer derdi çeken içten ağlıyorsa. Acı çekmek çok insanidir. Fakat sonrası insanın inancıdır. Mesela inanan bir insanla inanmayan ve ya inancı zayıf olan asla bir olamaz. Çünkü inanan insan her şeyin Allah’tan geldiğini bilir. Yaşadıklarının bir imtihan olduğunu idrak eder ve buna göre davranır. Allah sevdiği kulunu sınar. Zaten işinin olmadığı kuluna dertsiz rahat bir “rüya” bahşetmiştir.  Şeytansa hep iş başındadır. Kime bulaşacağını iyi bilir. Kulakları işitmeyen ve gözleri görmeyeni zaten pas geçer. (Kuran’da ıslah olmayacak kimseler kör ve sağır olarak  tanımlanır) Şeytanın asıl işi inananladır. Başına bir musibet gelen insanı isyana teşvik eden şeytan,  yine aynı insanı Allah’a daha yakın yapansa inancıdır. Şeytanın yolundan gitmek kolaydır. Zor olan tevekkülle sabretmektir. Her şeyin Allah’tan geldiğini kabul etmek ve “Ol” demesiyle olacağına inanmaktır.

“Eğer Allah sana bir keder ve sıkıntı verecek olursa, onu O’ndan başka kaldıracak olan yoktur. Eğer O sana bir iyiliğin gelmesini istemişse, o zaman da O’nun ihsan ve ikramını engelleyecek hiç kimse yoktur. O, onu kullarından dilediğine bahşeder.O, çok bağışlayan, çok acıyandır.” Yunus-107

Verenin de alanın da Allah olduğunu anladığımız zaman hayat çok daha yaşanılır. O yüzden lütfen içiniz daralırsa Kur’an okuyun. Allah’a sığının, O’na şükredin. Ve şeytanı kendinizden uzak tutun.  İnsan  olmak ve bunları başarabilmek çok zor.  Kendi adıma konuşmam gerekirse bu yolda daha birkaç adım yürümüşümdür. Eskiden “neden” diye çok sorardım. Şimdiyse biliyorum ki bu sorunun cevabı yaşadığım sürece illa ki karşılığını bulacak.  Zorlamanın anlamsızlığını gördüm. Bıraktım… Her ne cevap varsa yaşadığım sürece  karşıma çıkacak.  Çünkü kader denilen şey gerçekten var. Ki kendisi de apayrı bir yazı konusudur! Fakat kaderle ilgili şöyle bir girizgah yapmam gerekirse hep şöyle bir tanımım vardır; kader sen doğduğunda eline verilen hamurdur. Onu dilediğin gibi şekillendirmek senin işin!

Kadere inan fakat kaderci olma. Kadercilik seni karanlıkta bırakır. Hiçbir şey tesadüf değildir fakat hayat sana hep seçimler sunar. Bu noktada kalbini ve beynini kullanmak ve seçimleri yapmak senin işindir. O yüzden seçimlerinin sonucunu sakın kaderine yükleme. Bu Allah’a isyandır. Allah bir kuluna kaldıracağından ağır bir yük vermez.  Verdi mi sabrını da verir. Sıkıntıyı da alan sevinci de veren O’dur.  O “ol” der ve olur!

Haddimi aştıysam özür dilerim, bu konular çok derin. Ben sadece kendime ezberletmeye çalıştığım şeyleri paylaşmak istedim. Bu yazıyı okuyan bir kişi bile biraz bu konuda düşünüp değişmeye çalışsa ne mutlu…

Ben ne kadar değiştim ya da değişeceğim orası muamma… Sadece umut edebilirim…. Tüm bunları kendi hayatımda da uygulamayı umut edebilirim…

Okuyan gözleriniz hep güzel şeyler görsün, teşekkür ederim.

 

Gözde